Sosyal medya hayatımızın büyük bir bölümünü kapsıyor. Artık işlerimizi bile sosyal medya aracılığıyla insanlara duyuruyor ve geliştiriyor. Hal böyle olunca, sinsi sinsi içimize yerleşen bazı bedensel ve ruhsal hastalıklardan da söz etmek gerekiyor. Bugünün insanı hiçbir şeyi kaçırmak istemiyor ve sosyal medya da bunu tetikliyor. İnsanlar, ben de o kitabı okumalıyım, ben de o filme gitmeliyim gibi kişisel gelişimlerine hitap eden duyguları bir tarafa bırakıp; ben de o arabaya binmeliyim, ben de öyle bir evde oturmalıyım diyerek büyük hırslara ve hasetlere kapılabiliyorlar. Bunlar madalyonun sadece görünen yüzü, bir de görünmeyen yüzü var. Ülkemizin önemli psikiyatristlerinden biri olan Erol Göka, İnsicam ekibi tarafından kendisine yöneltilen üç soruya cevap veriyor. Cevaplar arasında, bugünümüz ve geleceğimiz için önemli farkındalıklar var.

  • Sosyal medya kullanıcılarında en çok ne tür psikiyatrik sorunlarla karşılaşmaktasınız? Bunlardan korunmak için sosyal medya kullanıcılarına neler önerirsiniz?

Doğrudan sosyal medyadan kaynaklanan çok sorun görmüyoruz. Paranoyakların şüpheciliği, teşhirden hoşlananların teşhirciliği artıyor, sosyal fobikler, çekingenler, sosyal medya ortamlarında cengaver kesilebiliyor. Kendini başka türlü sunmayı becerenler, kandırılmaya müsait olanları kandırıyorlar. “İnternet bağımlılığı” diye bir tablo tarif etmeye çalışıyoruz ama henüz üzerinde tam bir anlaşma sağlayabilmiş değiliz. Bunlar tamam ama asıl önemlisi psikolojimiz artık yukarıda uzun uzun anlatmaya çalıştığım yeni sanal ortamda nefes alıp veriyor. Hepimiz artık yeni denizin balıklarıyız ve çocuklarımız bu yeni denize doğuyor ve denizi bizden daha iyi biliyorlar. Bu durumda onlara ne söylenebilir? Bilinmeyene karşı tedbir alırken en çok yapılması gereken şey öğrenmek, tanımak, bağımlı olmadan, içine gark olmadan evvel temkinli olmak, bol bol güvendiğimiz insanlarla neler yaşadığımızı ve olabilecek tehlikeleri konuşmaktır…

  • Son araştırmalarda sosyal medya kullanıcılarının, FOMO yani “olan biteni kaçırma korkusu”nu sıkça yaşadıkları ortaya çıkmakta. Bu durumun psikolojik açılımı ve ailelerin buna karşı yaklaşımı nasıl olmalıdır?

İnsanlar, yeni bir bilgi var da benim haberim mi yok diye bir endişe eklediler, endişe repertuarlarına… Bana sorarsanız, anksiyetenin (endişenin) “bilgi çağı”ndaki görünümlerinden biri bu. Söz konusu durum, kimi insanları psikiyatri uzmanına kadar getirecek düzeyde şiddetlenirse buna şaşırmam. Anksiyete bozukluğu dediğimiz rahatsızlık, çok sık hatta neredeyse on kişiden birinde görülür. Rahatsızlık çeken insanın endişesi, kendi ruhsal organizasyonuyla ve yaşantısıyla bağlantılıdır. Kimisi sınavlardan, kimisi patronundan, kimisi trafikten, çocuklarının geleceğinden, borsadaki parasını batıracağından dolayı endişelenirken anksiyete bozukluğunun girdabında bulabilir kendisini. Bugünün dünyasında haberdarlık diye bir iletişim kategorisi var, insanların birbirlerini anlamalarından daha fazla önem taşıyor haberdarlık ve bir olaya hangi topluluğun, nasıl tepki verdiğinin bilinmesi. Sanıyorum önem, akışkan kimlik koreografisindeki rolden kaynaklanıyor. Haberdar olma ve tavır alma biçiminiz sizi bir topluluğa, kimi zaman bir süreliğine de olsa, ait kılıyor. İletişim buna göre şekilleniyor. İletişimde böylesine önemli olan, kendi başına değer taşıyan bir olgu elbette endişeye de anksiyete bozukluğuna da yataklık yapabilir.

Anksiyete hastalığa dönüştüğünde çok tatsız bir durumdur, öyle bir durumdan mustarip olanlar bizi bulurlar, biz de bir biçimde yardım etmeye çalışırız ama sorunuz FOMO’ya yani olanı biteni kaçırma korkusuna karşı ne yapılabileceği? Acaba hangi evde bize ne kadar bilginin gerektiğiyle ilgili, insanın dünyada niye yaşadığıyla ilgili, hayatın amacının ne olduğuyla ilgili akşam yemeği sonrası birlikte çay içilirken bir sohbet yapılıyor? Acaba hangi ebeveyn, çocuklarıyla sağlıklı bir diyalog içinde, onları incitmeden, kırıp dökmeden, hoşgörü içinde rehberlik yapabiliyor? Kaç ebeveynin aile içi ilişkilerde, eş ilişkilerinde, hayatla ilişkilerinde, ben çocuğuma iyi bir örneklik yapıyorum diye içi rahat? Cevaplarımı, soru şeklinde sunmaya çalıştım, umarım anlaşılmışımdır.

  • Bundan sonra sosyal medya, hayatımızın bir parçası olarak kalmaya devam edeceğe benziyor. Çünkü hayatımıza dâhil olan her yenilik, bir süre sonra yerleşik ve terk edilemez hâle geliyor. Sağlıklı, verimli, nitelikli bir sosyal medya kullanımı için birey, toplum ve devlet olarak neler yapılmalıdır?

Bakın size yazdığım son tweeti göstereyim: “İnsan şu fani dünyada emek emek edindiği hayat bilgilerini, belki işe yarar diye başkalarıyla, insan kardeşleriyle paylaşmak istiyor. Sosyal medya, tam da bu noktada ve biraz da güvenilir uzmanlıklar alanında işlevsel olabilir. Başka türlü tam bir bilgi kirliliği, kendini pazarlama sahası, fanatik trollerin “yalan” savaş meydanı…”

Kesinlikle devletler, daha fazla kazanmak ve insanlığı kendi çıkarları doğrultusunda etkilemek isteyen sosyal medya şirketlerine karşı önlem almalı. Onlara ülke içinde muhatap alacakları bir büro kurdurmalı ve denetlemeli, ihlallerde ağır cezalar vermeli. Yalanlara, taciz ve suistimale, karalamaya karşı “sosyal medya kanunu” çıkarılmalı, emniyetin konuyla ilgili birimi çok güçlendirilmeli. Ama devlet ne yaparsa yapsın asıl görev, bireye ve topluma düşüyor. Mahremiyetin ve değerlerin önemini, sağlıklı ve güvenilir bilgi kaynaklarının nereler ve kimler olduğunu bilmeyen bir çocuk ya da genç sosyal medyadan nasıl korunabilir? İnsanın değerler eğitimi alacağı asıl yer aile, akraba çevresi ve okuldur. Sağlıklı sosyal medya kullanımı buralarda öğretilmeli. Devlet de toplum da okul da yasakçı zihniyetle hiçbir yere varamayacağını, sevgi, şefkat ve merhameti hissettiren bir samimiyetin en güvenilir yol göstericimiz olduğunu bilmelidir.